7 Haziran 2008 Cumartesi

stop chasing shadows, just enjoy the ride

7 Haziran – Kar yağışından günler sonra kar topu oynama çabası

Aman o ne yağmurdu öyle. Eski uçan evden yeni uçan eve gitmek için fırat nehrini geçmek gerekiyordu. Esasen ben hava ne güzel diyip açık ayakkabılar giymiştim. O yüzden rahat rahat geçtim. Orçun dedi ki yavaş yürüyelim yahu kaçmayalım, örnek olalım insanlara. Ben de dedim ki bir mayısta koşmayın kaçmayın diyenlere benziyosun. Ondan sonra marmara büfenin tentesinden öyle bi su boşaldı ki biber gazı bombası düşmüş etkisi yaptı ortamda.

Küçük beyoğlu tek kelimeyle şahane olmuş. Emek sinemasının arkasındaki sokağı almışlar. Sadece yolun kenarlarında değil sokağın her yerinde masalar var. Müzik kusursuz. High hopes diye bi içkileri var ki muazzam. Gerçi mavi rengi versin diye diş macunu kattıklarını iddaa edenler var ama. Ayrıca bizce bunun mavi değil turuncu olması lazımdı diye itiraz ettik. (biri klibe turuncu renk hakimdi diye ısrar ediyor, biri de bence büyük beklentilerin rengi turuncudur arkadaşım diyor, bilmiyorum. Benim bi sorunum yok, mavi de güzel bence) Sonra şahin k geldi. Şahin k’nın küçük beyoğlunda ne işi var bilmiyorum. Neyse sürekli çerööezz, biraöö, hay hops diyip durduk şirin garsonumuza, bi sürü şey içtik. High hopes’un formülünü çaldım, denicem evde. Yeni bir sangria vakası olmamasını umut ediyorum. Alpr’in gelmesini bekliyorum ama tabi denemek için : )

Sonra sabah, ıslak giysilerle uyumuş olduğum için bok gibi uyanınca elime bi fincan türk kahvesi ve roll’un nisan sayısını tutuşturup bunla oyalan sen dediler. Türk kahvesi pek güzeldi tabi ki ama roll’da inanılmaz güzel bir yazı var, nasıl yaparsınız bilmiyorum ama nisan sayısını edinebilen mutlaka okusun. Olaylar ve insanlar, filmler ve şarkılarla 68. Yazının adı “bitmeyen şarkı” sanırım. Azıcık şuraya yazsam intihal yaptım diye tutuklanmam heralde diye umuyor ve de çalıp çırpıyorum:

“………………….. 1968’in –ister yıl diyelim, ister ruh- ekseninin adını, o yılın ilk günlerinde yayınlanan albümüyle Jimi Hendrix koymuştu: “Eksen: Aşk Kadar Cesur” (Axis: Bold As Love). 1968’in son günlerinde gösterime giren “Eğer”’in afişi ise ebedi bir soru soruyordu: “Kimin yanında olacaksınız?” Konumuz nostalji değil, güncel tarih. The Economist bile, özel sayısında …………………. Şöyle diyor : “1968, kırkıncı yıldönümünde, modern tarih duygusu olan herkese tesir etmeyi sürdürüyor.”

Evet bitmeyen, sürüp giden bir şarkıdan bahsediyoruz. Jean-Luc Godard da “Bir Artı Bir”de öyle yapıyor. Onun seçtiği simge Stones’un “Sympathy For The Devil”ı; bizimkisi, sözlerini 1 mayıs pankartımıza yazdığımız “If Six Was Nine”. Hendrix’in şarkısı “Easy Rider”ın köprü sahnesine şu dizeleriyle eşlik ediyor: “Altı dokuz olsa / vazgeçmem / bütün hippiler saçlarını kazıtsa / dert etmem / beyaz yakalı muhafazakar çıkıp karşıma / plastic parmağını sallasa da / vazgeçmem…”

………………………………1960’ların ortalarından itibaren İngiliz rock grupları dünyanın çehresini değiştirmiş, gençliğin kulak kesildiği sözcüler olmuşlardı. 1968’e gelindiğinde siyaset dışında kalmaları mümkün değildi. Mick Jagger, “Street Fighting Man”in sözlerini el yazısıyla radikal sol dergi Black Dwarf’a göndermiş, onlar da tıpkı basım yaparak tam sayfa yayınlamışlardı.

1967’nin ikinci yarısından beri mistizimle iştigal eden Beatles’ın nasıl bir tavır alacağı merakla bekleniyordu.

Muhteşem dörtlü “Revolution”la çıkageldi. “devrim istediğini söylüyorsun / biliyorsun, hepimiz değiştirmek istiyoruz dünyayı.” Devamı “ama”yla geliyordu: “başkan mao’nun resimleriyle yürüyeceksen varacağın bir yer yok asla.” Bu dize, Maoistler bir yana, Marx, Engels ve Lenin’le birlikte Mao’nun resmini de pankart yapan dünya solunun hatırı sayılır bi kısmını gücendirecekti.

…………………..Lennon ’68 ekiminde üzerinde keyif verici madde bulundurmaktan tutuklanınca, Tarık Ali’nin yayın yönetmenliğini yaptığı Black Dwarf bir açık mektup yayınladı. “şimdi gördün mü ‘revolution’daki yanlışını?” diye başlıyordu John Hoyland imzalı yazı. “kibar devrim diye bir şey yoktur. Bu, şiddetin her zaman doğru olduğu anlamına gelmez. Hatta bir sonraki eyleme gelmen de şart değil. (sisteme meydan okumanın başka yolları da var) adaletsiz ve çürümüş bir toplumda tutuklanmak onursuzluk değildir. Soldan hiç kimse senin başına kötü bir şey gelmesini istemez. Fakat, bu olaydan ders çıkar John. İçinde yaşadığımız topluma bir bak ve kendine sor: Niçin? Ve sonra da gel bize katıl.”

……………………..1968 bir folk şarkısı gibi başlamıştı, ritmi giderek hareketleniyordu…………..Söz konusu şarkı “Sympathy For The Devil”dı ve bir şarkı olmanın ötesinde Godard’ın “bir artı bir”inin başrol oyuncusuydu. Godard Stones’la beraber stüdyoya girmiş ve “Sympathy For The Devil”ın kayıt sürecini baştan sona çekmişti. Bu görüntüleri “bir artı bir” in merkezine oturtmuş, ancak şarkının tamamlanmış haline yer vermemişti. Yapımcıların ticari kaygılarla filmin adını değiştirip “Sympathy For The Devil” koymaları, ayrıca şarkının tamamlanmış halini de eklemeleri, üstelik bunları izin almadan yapmaları Godard’ın tepesini attıracak, yapımcılardan birine kroşeyi çakacaktı. Haksız sayılmazdı, filmini müdafaa ediyordu – bir nefsi müdafaa. Ayrıca tutarsızlıkla da suçlanamazdı. Şiddet hakkındaki görüşünü şöyle formüle etmişti: “hücum barışçıl olmalı, müdafaa ise şiddetli”

…………………………..”bir artı bir”in finalinde iki bayrak dalgalanıyor, biri kızıl, diğeri siyah. Eleştirmen Martha merril’e gore “bir artı bir” komünizm artı anarşizmdi: “devrim komünizmi yaratacaktı, ama komünizme, o toplumu sürekli eleştiriye tabi tutma imkanı eklenmeliydi. Godard’ın ‘bir artı bir’i bu”. Tevekkeli değil, filmin adına dair sorulara, godard hep aynı karşılığı veriyor: “bir artı bir iki etmez, bir eder.”

…………………………………….kırmızı ve siyah demişken, Leo Ferré’yi de selamlamayı unutmayalım, bir Leo Ferré şarkısıyla: bize bu iki rengi verdiğin için tenk yu şeytan.

Öyle işte bulursanız okursunuz. Yücel Göktürk beni affetsin artık yazısını parçalayıp yazdığım için buralara.

Günün dinlemeyeni dövdükleri şarkısı: ezginin günlüğü – çocuğun kurguları

6 Haziran 2008 Cuma

Ama mutsuzluğa da var mısın?

4 haziran’ın ikinci yarısı – The cure for boredom is curiosity.
Öncelikle allah aşkına bi gün de bişi yazma diyenler için konuşuyorum; ya biz blogu niye antoloji gibi kullanıyoruz ki arkadaşım, blog dediğinin tam da böyle olması lazımdı bence. Neyse bundan sonra benim tarafımdan böyle kullanılacak. Alpr de bayılıp giderse blogu sahiplenirim hatta benim olur niehea.

bugün bi ara felaket bi can sıkıntısı uğradı bizim eve, o sırada aklıma şey geldi. Hani bloğumuzun tepesinde “sonraki blog” diye bi tuş var ya, kaç zamandır gözüme takılıyor ama hiç tıklamamıştım daha. Bugün bakalım neler gelecek diye tıkladım. Meğersem inanılmaz zevkli bişimiş, en azından canı sıkılan insana tvde zap yapmak gibi geliyor, faideli bişi. Çeşit çeşit bloglar gezdim, ninja kaplumbağalarla ilgili bi blog, new hempshire ile ilgili bi tane, içki şişelerinden kahvaltı masasında elinde kahveyle insanlara, tatil resimlerine, ordan cape town gezisine..çok garip bi şey sanki insanların aile albümlerine günlüklerine bakıyomuş gibi hissettim kendimi (ki öyle aslında?) çok güzel şeyler gördüm hatta duygulandım bile galiba niye bilmiyorum.

Aşağıda linkini göreceğiniz blogların hiçbirinde kayda değer bişi yok, fakat hiç tanımadığı insanların hayatlarından bi kesite bakmak isteyen başka manyaklar olursa diye 5 tane seçtim:

bu ada için : ) amsterdam in winter ve the beach diye iki post var ama ikisi de çok güzel.
http://inwordsandpics.blogspot.com/ (tam ben iki post var derken adam üçüncü postu attı töbe töbe. Neyse o da çok güzel. Amsterdamın yazını kışını baharını görelim, sahile kadar da inelim.)

bütün hoplayıp zpladığım bloglar içinde en çok bunu beğendim
http://furryfriends2008.blogspot.com/

chisasibi nere lan? http://joannaandalex.blogspot.com/

bi kelime bişi anlamadım ama bütün resimlerde herkes çok mutlu, kıskandım
http://nopo-tiina.blogspot.com/

güney çok egzotik bi yerdir, ağaçta biberli zeytinler yetişir
http://sweet-tea-and-me.blogspot.com/

ayrıca last fmde resul balayı “thor loves this music” diye taglemişler, sabahtan beri sırıtıyorum bu yüzden. Halbuki komik değil. Gene de thor’un oturup resul balay dinlediğini düşünür gibi oldum iki saniye, etkisi kalıcı oldu. Last fm her zaman için çok yararlı bi şey.

Ha bi de bunları ekşi sözlükte gördüm, lan çocuklar ne garip hatıra defteri tutmaya başlamış?? http://img404.imageshack.us/my.php?image=pc2600090lc.jpg
daha kapandı yazamıyor kızımız ama aşk üçgeni (hatta dörtgeni sanırsam) falan olmuş oralar. http://img513.imageshack.us/my.php?image=pc2600125ch.jpg
bunun hastası oldum ahahah “anne çok ters bi zamanda aradın” gibi, salıncaktan düşmek üzereyim bay diyor. Kemal atatürk diye imza atmış bi de.

Bazen çocukları izlerken (ki milyon yılda bi çocuk izlerim) ilerde hiçbi şeyden anlamayan yaşlılar olucaz diye çok korkuyorum. Gerçi tom robbins de 68 yaşına geldi, hala her bi şeyden anlıyor. Fakat ona benzemekten çok dedeme benzeme ihtimalim var heralde.

Bugün böyle internet dünyasından bildirdik.

Günün okunası ekşi sözlük başlığı: fırat yönetimindeki türk milli takımı

5 haziran - There is no cure for curiosity.

İtiraf etmek istiyorum, bütün kötü korku filmlerine bayılıyorum. Oturup bütün gün kötü korku filmleri izleyebilirim. Ama tek başına zevkli olmuyor. Salak saçma kadın programlarını izlemeyi de seviyorum kimi zaman, ama o da kesinlikle tek başına olmuyor. True cover diye fondoten benzeri bişeyin resmen bi saat süren reklamını izlerken en enfes komedi filmlerinde güldüğünden çok daha fazla gülebiliyor insan. Yeter ki birileri olsun. Esasen bütün kötü filmleri (ama gerçekten kötü olanları) seviyorum. Rezil rüsva eski türk filmlerini de, b film denen şeyleri de. Ama şimdi ben tek başıma ne kadar “yasak sokaklar” ya da “plan 9 from outer space”i izlesem olmaz yani. Bugün buna sıkıldı canım benim.

La Jolla’da t-shirt satarken bir akşam üstü sahildeki çimenlere kocaman masalar kurmuşlardı. Açık hava düğünüymüş. Hem de bildiğimiz açık hava düğünleri gibi belirli bi bahçede veya bi çitin öteki yanında değildi, bildiğimiz parktaydı. (meclis parkı okyanusun kıyısında olsaydı mesela böyle bi şey olabilirdi) Önce yemek yediklerini hatırlıyorum, o sırada başka insanlar çimlerde yayılmış yatıyorlardı, frizbi oynayanlar vardı (frizbi oynayan bi köpek de vardı) sonra aşağıya indiler. (okyanus merdivenlerin aşağısında çünkü) gelinin çıplak ayakla kumla okyanus arasında bi yerde durduğunu hatırlıyorum, babası bir konuşma yaptı, sonra şampanya patlattılar orda, dansettiler hep beraber. Kayalarda foklar falan yatıyordu.
iyi de ne anlatıyosun derseniz ne anlattığımı ben de bilmiyorum.

Görsel malzeme:




Günün inanılmaz anlamsız triviası: panapo’o hawai dilinde “unuttuğu bir şeyi hatırlamak amacıyla kafa kaşımak” demekmiş. Biliyor muydunuz diye bitirmem gerekirdi cümleyi ama üşendim.
Paypır, güneş sistemindeki adını roma veya yunan mitolojisinden almayan tek gezegenden bildirdi.

4 Haziran 2008 Çarşamba

SÜTÜ ISITMANA GEREK YOK!

2 haziran - I’m a road runner honey, beep beep.

Bugün size komutan uçan tekme’nin vecihi isimli şarkısını öneririm gençler, madem ki aramızda meraklıları var : ) (breaking ne la’ya da bittim ayrıca. Hoş çalışmalar)
komutanucantekme.com'dan edinip dinleyelim.

Ada’dan mı bana geçti benden mi ona, yoksa bir araya gelince böyle bir hastalığa mı kapıldık zamanında bilmiyorum ama bu çöp toplamacılık ne kötü bi uğraştır ya. Üstelik bazen arşivciliğe doğru kayıyor pis şey. Bazen kendimi keşke çok çok param olsa, mesela şöyle kocaman bir kütüphane yapsam, bi sürü bi sürü kitaplar alsam diye düşünürken buluyorum. O kadar kitabı nereye koyacaksın? Bi sürü odası olan bi ev de gerekir öyle olunca. O zaman virginia woolf’un “yüzlerce odaya sahip olmaktan daha bayağı bir ihtiras bulunamazdı.” dediğini hatırlıyorum orlando’da, utanıyorum. Ada bir zamanlar bana insanlar pikniğe giderken senin şehir değiştirirken yanında götürdüklerinden daha çok şey götürüyorlar gibisinden bişi demişti. (her şeyin orjinalini de hatırlarım ama bunu unuttum bak.) O zaman bu kadar eşya biriktirmek niye?

Günün albümü: pearl jam – ten

3 haziran – sevdiği şey: hayat, Londra, bu haziran dakikası

Her şey insanların kendini nasıl tanımladığıyla ilgili galiba.

ben bugün kendimi fırından yeni çıkmış ekmeğin üstüne ev salçası ve süzme yoğurt sürmüş, bir fincan kahveyle serin bir haziran akşamı terasta (balkonumuzun teras olduğu günlerden bugün. Çünkü Colin’in dediği gibi, insanlar değişmez, eşyalara değişir.) oturmuş candice hanımı dinleyen mutlu insan olarak tanımlıcam.

Bugün 3 haziran bir de tabi.terasa çınar dikilmez ama. Limon ağacı dikeriz biz de.

Günün metni: "eski zamanları hatırlayın. perilere layık büyük pasta'nın yapıldığı zamanları; sadece kuyruk ısırandan korkan ejderhalar, kötü krallar, topraklarınızda gezinen devler, azalmaya başlayan şövalyeler dönemini. ve siz elinizde eski ve üzerinde yazılar bulunan bir kılıçla ejderha avlamak zorunda kalırsınız; yaprakları ağaçtan daha iyi resmedilen türden bir ressamsınız, yağmurlu, rüzgarlı ve gün ışığının da çekip gittiği bir gece, odanızın içinde açan bir sarmaşık yaprağının sesini duyarsanız; elinizi beyaz kabuğuna dayadığınız ağaç, bir gün, ''uzaklara git. rüzgar senin peşinde. git ve asla dönme'' derse; üstünüzde koca bir yorgunluk ve yoksunluk duygusuyla kendinize gelircesine etrafa bakıp, ''niye yalnızız?'' diye sorarsınız; küçük bir çocuk elinizi sessizce tutup ''üzgünüm'' diyecektir. "

4 haziran’ın ilk yarısı – dinozor dalında güzel

Madem ki bugün alpr’in doğum günü, bu da bizim alpr’le “sadece şarkı isimleriyle konuşabilir miyiz acaba?” isimli denememiz. Barda tanışan iki insan olduğumuzu farzediniz:



Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter..:
evanescence - hello
the doors - my eyes have seen you
zuhal olcay - canım seninle olmak istiyor
piper:
garbage - you look so fine
james - pleased to meet you

Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter..:
led zeppelin - thank you
jeff buckley - everybody here wants you
jimmy hendrx - foxy lady

piper:
beatles - i don't want to spoil the party
but (joker)
goo goo dolls - hate this place
so (joker )
robin sparkles - lets go to the mall (jdsalkejwkdlşkaslşkae)

Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter..:
(ahuahahuaha)
Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter..:
then (jk)
ramones - hey ho, lets go
skid row - mexican girl
lynrd skynrd - what is your name?

piper:
the clash - what's my name?
david ford - i don't care what you call me
but (jk)
depeche mode - if you want
blondie - call me
suzanne vega - luka

Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter..:
anouk - girl
leon soundtrack - how do u know its love?

Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter..:
(biraz kolaya kaçtım evet )
piper:
(olm benim içimden a jedi shall not know anger nor hatred nor love demek geldi dkasjaklda dur biraz düşüneim şarkı bulayım madem)
Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter..:
(ahuahaha söyle ama öyle şarkı bulabilirsen )
piper:
elvis costello - the name of this thing is not love
radiohead - just
u2- desire

piper:
(madem ki kolaya kaçıoruz, böl parçala yönet mihih)
pancarla başlayan hikaye şeytanla biter..:
sugarland - baby girl
bon jovi - you give love a bad name (başka bir şey yazacaktım da dayanamadım )

zeki müren - sen aşk nedir bilmezsin
but (jkr)
scorpions - believe in love

piper:
(sugarland ne lan hayatımda duymadım)
Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter..:
ne bileyim ya varmış
Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter..:
(ayy pardon parantezli)
piper:
aşkın nur yengi - ay inanmıyorum
i want to know what love is (bu kimin bilmiyorum radyo odtüde aşk şarkıları özel çeyreğinde habire çalıp duruodu)
oasis - do you know what i mean? (oasisle aşkın nur yenigiyi aynı cümlede kullandıım için kendimden tiksindim bi müddet)

Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter..:
zeki müren - güle sor bülbüle sor (:D )
rosey - love
is a (jkr)
massive attack - new world
the cure - just like heaven

björk - all is full of love
beatles - michelle
is (jkr)
jeff buckley - dancing in the moonlight
blackmore's night - under a violet moon
or (jkr)
levent yüksel - tuana
is (jkr)
muddy waters - 40 days 40 nights
rainbow - stone cold

deep purple - love is all

piper:
The smiths - Never had no one ever
Def leppard - now
Stooges – i need somebody
Deep purple – i need love
Rolling stones - i want to be loved!
Erasure - Lay all your love on me
Audioslave- Show me how to live
Beatles - Don t let me down
U2 - Never let me go (öf bu ne enfes şarkıdır bi de)
(lan az önce bu aşk değil diodu şimdi ne diyo manyak galiba bu kadın =) )


devamı gelecek.

Günün ismi: fenchurch (dire straits dinleyen ve ayakları yere değmeyen –deyim değil, gerçekten ayakları yere değmeyen- bir kadına da başka isim yakışmazdı)

28 Mayıs 2008 Çarşamba

news flash: vacuum cleaner sucks up budgie

yeniden yapılandırma sürecenin içinden selam ederim sevgili arkadaşlar.

neşeli neşeli şeyler yazayım istedim size ama aklıma gelen her şey kopuk kopuk.

balkona resimler çiziyoruz. evde sürekli birileri var, evdeki farklı farklı birileri hep ya the smiths ya da morrissey söyleyerek dolanıyor odalarda. bugünün ev listesinin bir numarasında olan şarkısı sebebiyle herkes vay du yu telefon? vahahahahahay diyerek dolaşıyor. moz'un elinde küçük prens var yahu, iş mi şimdi bu? konuyla alakası yok ama moz çok da güzel "phone me" der.

üst kattaki amca balkondan sepetle erik,dut, hatta erik dalı uzatıyor bize. ben şimdilik anlatamıyorum evin durumunu size. güzel olan şeyler anlatmaya o kadar uygun olmuyor.
(-hayat böyle, dedi Chick -hayır, dedi Colin) zaten son zamanlarda ne anlatsam "hani filmlerde şöyle olur ya" "hani dizilerde böyle olur ya" diye başlıyor. gene öyle başlarım ben de. hani dizilerde kimin çıkıp kimin girdiği belli olmayan evler vardır ya. hani gelen insanlar misafir gibi değildir böyle, herkes kafasına göre takılır evin bir yerlerinde. neyse erikler çok mühim bak. . her sene mayıs ayından sonra erikle beraber konstrüksiyona giriyorum ben. çağdaş'ın erikli fotoğrafı var ya ne güzel bişidir o. bi de london calling'in kapağının gördüğüm en güzel albüm kapaklarından biri olduğunu belirtmek isterim madem ki görüntülerden bahsettik bi kere. ha peki adı en güzel olan albüm hangisidir derseniz orda bir duraklarım. çok var. wish mesela, hem dünyanın en güzel albümlerinden biri, hem de bir kelimelik müthiş bir adı var. all of the sudden i miss everyone diye bir albüm var toplasan dört beş kere dinlemişimdir ama böyle güzel isim konmaz ki albüme?

böyleyken böyle işte arkadaşlar. yeniden böyle olmak da çok güzel ama. yaşasın rekonstüksiyon.
(yaşasın fotokopi, yaşasın kaos. en kalabalık fakültenin fotokopicisinde söylenmiş gibi geliyor di mi?) 6.45'in notları hep çok güzeldi tabi. ama çevirileri berbattı. olur o kadar. (her 6.45 okuru bilir ki kızılkayalar'ın hamburgeri daha şahanedir.)

yani sonuç olarak vapurda sigara içmek yasaklandı. sevgin sabahın köründe muhabbet kuşu resmi yaptı. çiçekler soldu. hala fesleğen alamadık. kabuslar gördüm. ayağımı kestim. acının o olmadığını hatırladım. başımı yastıkta bi taraftan bi tarafa çevirecek cesaretim olduğu için sevindim. "bugün nasılsın" diyenlere "depeche mode on" dedim. adımla ilgili masallar anlatan bir mektup okudum. "koca babil bile gitti de fırat nehri var hala" yazıyordu biterken. biterken şiir okudum

kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok
altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde
eski savaşçılar vesair geçmiyor bulutlardan
çiçek alıp eve götürüyoruz bunun bir delilik olduğunu bile bile

biterken moz şarkı söyledi gene,"ne güzel bir şarkıymış bu" dedim, "bir japon feneri kadar güzelmiş" (-sanatçının kedi adını taşıyan ilk albümünden.. -kedi mi, kendi mi? -kedi.) .
bir geceden indim, odaya girdim. hadi şimdi sen de in uykudan.

uyanınca gel bir tatile çıkalım, senin de hoşuna gidecek diyenler için geliyor ("her 6.45 okuyucusu bilir ki; bu dünya üzerinde başlanan yolculuklar, sadece başlangıç noktasına yaklaşmaya yarar")

let me put you on a ship
on a long, long trip
your lips close to my lips
all the islands in the ocean
all the heaven's in the motion
let me show you the world in my eyes

muhabbet kuşuna yazık oldu.


serbest çağrışım sevenler derneği adına, in the pipe five by five.

27 Mayıs 2008 Salı

Mavi Melekler

"Yoksun ya artık uyuyamıyorum. Kafamdaki şeytanlar mavi melekler hayal edip tatmin oluyorlar. Tanrıya dua ediyorum her gece aklımı korusun diye. Ne kadar sallar beni orası bilinmez tabi. Bir fare girmiş odalarıma tıkır tıkır kemiriyor benliğimi. Sığındığım büyük kalkanımın ardında sirenler yankılanıyor. Ateş misin sen erittin bütün kalkanlarımı? Ahlak dediğim kulelerimde ne varsa yakıp kül ettin. Yapmam dediğim ne varsa suratıma tükürdü teker teker. Ama artık ne yanacak bir şey kaldı, ne de bükülmedik bir tunç. Nasılsa benim günah dediklerimden her şeyi yaptım, yaptık. Benle birlikte tükendin sen de. Kendim yanıp kendim dirilirim ben kadim anka gibi. Ya sen ne yapacaksın erkeklerini yakıp tükettikten sonra sıra kendine geldiğinde? Rüzgarın fahişesi olmuş ateşinden koruyabilecek misin kendini? Beş paralık insanlarla paha biçilemez dünyalar yaratabilecek misin kendine kalanlarından?.."


Çok önceden yazmıştım bu yazıyı unutmuşum, geçenlerde dosyaları düzenlerken tekrar karşıma çıktı..

23 Nisan 2008 Çarşamba

wish

eski bir arkada$tir o giden. birdenbire duvarlar ustune devrilir kalanin.

"biliyorum bir$ey soylesem dinlemeyeceksin, biliyorum yolda kar$ila$sak gormezsin beni, yanimdan gecer gidersin. ne onemi var? asla donmeyeceksin biliyorum. biliyorum bir daha asla sevmeyeceksin. ne onemi var? ben rengarenk ve sicacik seviyorum seni. gulumseyerek, operek tözunu. sevgiler var yeniden, ba$kalarinin temiz ve masum sevgileri. guzel gunler gorecegiz, yagmur karanligi getirecek, yaz gelecek sonra ve yine ki$. sen burada olmayacaksin bir daha. bu sokaga ayaklarin degmeyecek. biliyorum, yeniden asla alev almayacak bu mucize. ne onemi var? ben seviyorum, hepsi bu i$te."

-----------------------------------------------------------------------------

*bana ait değil, ama yazan kişi (benim her sabah bindiğim üsküdar-beşiktaş motorlarından birinden kendini denize atmayı seçtiği için) artık bu dünyada değil ve başka hiçbir yerde de yok bu yazı. benden başka insanlar tarafından da okunmayı hak edecek kadar güzel bence. daha başka şeyler de demek isterdim ama diyemiyorum.

13 Nisan 2008 Pazar

ayşen gruda sendromu

Every Rose Has Its Thorn by Poison feysbukta 80ler şarkımı bulmak üzere test yaptım bu şarkı çıktı. ilginç.

ama asıl söylemek istediğim bugün şunu fark ettim ki hayatta bana düşen asla müjde ar olmak değil. hep ayşen gruda kalıyor bana. yani bunu fark etmek çok acı ama kabul edilebilir bir seviyeye kadar.

sonuçta ayşen gruda komik bir insan, neşeli, eli yüzü de eh düzgün sayılır.
ancak ve ancak sorun hep müjde ar olmayı istemiş ve hayal etmiş olmamdan kaynaklanıyor. acı acı anladım ki müjde ar değilim, olmadım, hiç olamayacağım.

sorun bununla kalsa gene iyiydi ve dediğim gibi kabul edilebilirdi. ve fakat müjde ar olamamanın getirisi bir ediz hun, bir kartal tibet, bir tarık akan'ın da asla olmayacak oluşu.

iyi hadi ayşen gruda oldun bari yanında bir 'vecihi' verselerdi. eğer bir vecihi'm olsaydı, ayşen gruda olmak sorun olmazdı. ayşen gruda'yı bırak adile naşit bile olurdum. ama zaten adile naşit ile yüzyıllarımız tutmuyor.

yıllar sonra zaten şener şen'in tarık akan'dan çok daha iyi bir oyuncu olduğunu gördük, takdir ettik. o sebepten vecihi, bir vecihi bana yeterdi. ayşen gruda olmaya razıydım. nane likörü içip sarhoş olmaya, saçlarımı iki yandan örmeye, evde kalmış kız kurusu olmaya.. tek bir vecihi yani.
çok mu zor? evin üstünde helikopterle dolanacak bir vecihi ile karşılaşmak çok mu zor?

benimki tam olarak bir ayşen gruda sendromu. ve işin kötüsü sigaranın bir psikololjik tedavi yöntemi olmadığını hala öğrenemedim.

iyi geceler sevgili dostlarım. mükemmel bir gündü. turgut uyar'ın dediği gibi:
'ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım'

ada

6 Mart 2008 Perşembe

Mış muş..

Geç dinlemeye başladığıma yanayım mı yoksa şarkıların güzelliğiyle mutlu mu olayım anlamadım ama anladım ki Janis Joplin 27'sinde ölenlerin en güzeliymiş..

Add-dropların son günü ortadan kaybolum yaptığım section değişikliğini onaylatamamama neden olan asistan beyinsizmiş..

O kadar eğlendim, güzel vakit geçirdim ki, aslında danstan kaçmamak gerekmiş..

Etraftaki kızlara bakmaktan o kadar rahatsız oldum ki artık anlatamam. Tek çaresi ise nasıl yapacağım bilmiyorum ama kafa dağıtmakmış..

Şekspir büyük adammış..

Cemal Süreya daha büyük adammış..

Havalar ısınıyor, artık rahat rahat tişörtlerimi giyebileceğim. Ama altına giyilmek üzere bir de kırmızı (siyah çizgili) converse lazımmış..

Woodstock '69'a gidip Grace Slick'i White Rabbit söylerken göremeyenler ne şanssızmış..

Kitap okumak pahalı bir zevkmiş..

Erken yatmak lazımmış..

Ve prenses kurbağayı öpmüş..

26 Şubat 2008 Salı

picıın hol prinsıbıl

Surlarla çevrili bir kentin harabeleri arasında

Yıkılan kuleler sarı ışığın aydınlattığı,

Ateşkes bayrakları yok, af dileyen gözyaşları yok.

Ağır toplar gece boyunca saldırdı

Bir gün aldı kenti inşa etmek

Akşamüstü caddelerinde yürüdük

Bildik topraklara geri dönünce

Bir zamanlar yaptığım duvarları farkettim

Kıpırdaman durmak zorunda kaldım öylece

Kendi döşediğim mayınlara basma korkusuyla.

Ve eğer kalbinin etrafında kurduysam bu kaleyi

Dikenli tellerle hendeklerle hapsettiysem seni

Bırak* da bir köprü kurayım

Çünkü boşluğu dolduramıyorum

Ve bırak ateşe vereyim kale burçlarını.

Böylece bir savaş başlattım

Kendi kafamda kurduğum

Uzakta kaldığım yıllar boyu

Öldüğümü sanmış hatta ummuş olmalısın.

Tüm orduların uyuduğu bir sırada

Paçavrası kalmış bayrağımızın altında

Kıpırdaman durmak zorunda kaldım öylece

Kendi döşediğim mayınlara basma korkusuyla

Bu zindan senin evin oldu şimdi

Boyun eğmiş olduğun bir hüküm gibi

Bir gün aldı kenti inşa etmek

Bildik topraklara geri dönünce

Her zamanki oyun alanımı farkettim

Kıpırdaman durmak zorunda kaldım öylece

Kendi döşediğim mayınlara basma korkusuyla


*bıraaaghhh da denebilirdi tabi. Uashdkasdkj sapıttım..

Bu da arif’e gitsin lan içimden geldi. Hatta mümkünse arif de istanbula gelsin. Türkiye çöl olmasın bi de..

Overlokçunun Ankara Rehberi

Çay, sempati ve kanepe için teşekkürler..

Diye çalıntı bir giriş yapıyım dedim zira ilk ikisinden her yerde çok sonuncudan da ada’larda biraz tükettim ve üçü beraber baya güzel gidiyor. Neyse gelelim puanlandırmaya.

Cinayet masasından polisler, bolca alkol, baya bi tuzlu su ve trenin kapısına manyak gibi vurmaktan bileğimde kalan sızıyı ve arifin ödünü koparmamı ihtiva eden iğrenç bir tren yolculuğundan sonra vardığım güzel şehrimiz ankarada, sayın inci hanım ne yazık ki karşılaşma kotamızı doldurarak birden karşımıza çıkıverdi ve sabahın onunda sarhoş olacak kadar çaresiz bir insana hiç acımadan sürmenaj yaşattı. Biz “aeaeeeh inciiii oley” diye kendisine sarılırken “ne adalara mı gidiyosunuz ohooo kızım ankaraya vardınız eskişehirde değilsiniz” diyerek beni kitledi, bir süre anlamak için boş boş bakındım. Sabahın onundaki neşesini dikkate alarak on puan veriyorum kendisine burdan.

Ada’larda yüzyirmibeş kere çaldığım ama adını bilmediğim, ağzıma sıçan şarkıya da 9.9 puan veriyorum. Ada’ya da sıfır puan veriyorum, laptop bile bunalıma girer öyle bi playlistle, terbiyesiz.

Orta dünya performansından bişe kaybetmemiş, puanlandırmaya bile gerek yok. Birbirlerinden habersiz bi saat ayrı yerlerde oturan inci ve burak’a da puan vermiyorum, puana değil beyine ihtiyaçları var zira. Alpr hala gelmeden önce telefon edip ortadan ikiye kesilmiş aragorn siparişini veriyor, değişmeyen şeyler de var dedirttiği için kendisine burdan bi on puan. İncinin sessiz filmine/fragmanına sekiz puan veriyorum bazı yerleri anlamadım ahah. Ayrıca burdan haneke’ye de bi çift sözümüz var “insan izlicek o filmleri!!” ona da puan vermiyorum, illa bişe verilcekse allah belasını versin mesela.

Shadow her seferinde biraz daha berbatlaşıyor. Birası kötü, kötü kokuyo, kötü tadıo, müzik kötü. Gönül rahatlığıyla sıfır. Random’um birası güzel, müziği idare ediyor, ama you give love a bad name çalmayı reddettikleri için sekiz alabilirler benden maksimum. Son gittiğimiz yerin adını hatırlayamıyorum, nerdeyse on alacaktı ama ayağımı burkmam ve istanbul türkçesiyle mendil satan çocukların bile panik olması sebebiyle onlara da dokuz. (ulen mutfakları da açık değildi di mi, sekiz oldu o zaman) (ayağımı burkmuş olabilirim ama ortada ananas yok en azından derken var aslında diyip ananas bulan azadeye de alkışlar burdan) ikaros “duvarlarında her dilden pahalı yazan” bi mekan olmak üzere, ama gene de sempatik bi yanı var kıyamıyorum. Hayvan gibi gülüp shanonn shannonnn diye çığrıştıımız halde “ortamı bozuyosunuz” falan gibi bişe işitmedik şimdiye kadar, bi yedi alırlar benden yani. Yalnız ankaranın en güzel mekanı kesinlikle alpr’in arabası ve içinde sanırım dünyadaki bütün şarkılar bulunan mp3 playerından oluşuyor. On üzerinden yetmiş beş. Zaman kürdanını bulan, “what” diyerek sürekli birasından içmeme sesini çıkarmayan arife de “sıfıra on” puan veriyorum, kendisine özel bi puanlama sistematiği içinde.

Bi daha ki sefere hiltonun karşısındaki acil buluşma noktasında buluşuruz diyerek sözlerime son veriyorum.

Blog five!

Ps: ya ben aylar önce böyle bir şey yazmışım şu an yazdıklarımın bir kısmını zor hatırladım yani vay anasını. Tedavülden kalkmış da olsa buraya koyalım da alpr ördeği öldürmesin.

Ps2: zor yıllarmış şarkının adı.

Ps3: Alpr çektiğimiz videoları koyamıyor muyuz arkadaşım buraya içim sıkıldı depresif yazılar görmekten az aksiyon, az eğlence olsun yeter yahu. (sangria videosu olmasın ama :/ )